Logo

Tutukluluğa İtiraz Dilekçesi

Örnek Tutukluluğa İtiraz Dilekçesi

……. NÖBETÇİ ASLİYE CEZA MAHKEMESİNE
GÖNDERİLMEK ÜZERE
…….. SULH CEZA HÂKİMLİĞİNE

SORGU NO: 2025/…….
ŞÜPHELİ : …….
MÜDAFİİ : AV.YUSUF ENES ARSLAN & AV. MERT KOÇ
KONU : Ankara 3. Sulh Ceza Hakimligi 2025/…… D.iş numaralı dosyasından ../../2025 Tarihinde müvekkil hakkında verilen TUTUKLULUK HALİNİN DEVAMINA yönelik kararın kaldırılması ve tahliye talebimiz hakkındadır.

AÇIKLAMALAR :

1. Müvekkil Aleyhine Kuvvetli ve Şüpheden Uzak Delil Bulunmamaktadır

Müvekkil hakkında tutuklama kararının devamına gerekçe olarak gösterilebilecek kuvvetli suç şüphesi oluşturacak nitelikte, kesin ve şüpheden uzak bir delil mevcut değildir. Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) m.100 uyarınca tutuklama kararı verilebilmesi için “kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut olgular” bulunması şarttır​. Oysa somut dosyada bu şartın gerçekleştiği söylenemez. Dosya kapsamında mevcut deliller incelendiğinde, müvekkilin suç işlediğine dair tutarlı, tek yönlü ve kesin deliller olmadığı görülmektedir. Aksine, dosyada birbiriyle çelişen beyanlar ve suçun unsurlarını karşılamayan bilgiler yer almaktadır. Nitekim iletişim kayıtları, arama tutanakları ve diğer deliller değerlendirildiğinde müvekkilin üzerine atılı suçu işlediğini gösterir bir kanıt bulunmamaktadır​. Delil yoksa suç da yoktur; bu durumda kuvvetli suç şüphesi koşulu oluşmamıştır​.Kaldı ki, dosyada ileri sürülen iddialar sadece varsayıma dayanmakta olup henüz mahkemece doğrulanmamıştır. Müvekkil soruşturma ve kovuşturma boyunca suçlamaları kabul etmemiş, suçsuzluğunu beyan etmiş ve aleyhine ileri sürülen delilleri çürütebileceğini savunmuştur. Mevcut delil durumu, suçun müvekkil tarafından işlendiğine dair kuşku uyandırsa bile bunu kesinliğe ulaştıramamaktadır. Bu durumda ceza yargılamasının en temel ilkelerinden olan “in dubio pro reo” (şüpheden sanık yararlanır) ilkesi devreye girmelidir.

2. Şüpheden Sanık Yararlanır İlkesi ve Masumiyet Karinesi Göz Ardı Edilemez

Şüpheden sanık yararlanır ilkesi uyarınca, ortada kesinleşmiş bir mahkûmiyet hükmü bulunmadığı sürece ve mevcut deliller tam bir kanaat vermiyorsa, karar sanık lehine verilmelidir. Bu ilke Türk hukuk doktrininde ve yargı içtihatlarında ceza hukukunun temel prensiplerinden biri olarak kabul edilmektedir. Masumiyet karinesi, Anayasa’nın 38/4. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6/2. maddesi ile güvence altına alınmıştır. Buna göre suçu sabit oluncaya kadar herkes masum sayılır.

Somut olayda, müvekkil hakkında kesin bir mahkûmiyet kararı olmadığı gibi, suçu işlediğine dair güçlü bir kanıt da bulunmamaktadır (yukarıda izah edildiği üzere). Dolayısıyla mevcut şüphe müvekkil lehine değerlendirilmelidir. Ne var ki mahkeme, bu temel ilkeyi göz ardı ederek müvekkilin lehine karar vermek yerine tutukluluğun devamına hükmetmiştir. Şüpheden sanık yararlanır prensibine rağmen müvekkil aleyhine tutuklama kararı verilmesi, ceza hukukunun temel ilkelerine aykırıdır​. Bu durum, masumiyet karinesinin ihlali niteliğindedir.

Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de benzer durumlarda ulusal mahkemelerin tutukluluk kararlarında masumiyet karinesini göz önünde bulundurması gerektiğini vurgulamıştır. Örneğin Mansur/Türkiye davasında AİHM, tutukluluk incelemesi yapan hakimlerin varsayılan masumiyet ilkesini dikkate alarak kişinin özgürlüğünü kısıtlamayı haklı kılan kamu yararı gerekçelerini titizlikle değerlendirmeleri ve kararlarında tartışmaları gerektiğini belirtmiştir​. Mevcut durumda mahkeme, masumiyet karinesinin gerektirdiği özeni göstermeksizin tutukluluğun sürdürülmesine karar vermiştir ki bu, hukuka aykırıdır.

3. Kaçma ve Delil Karartma Şüphesinin Bulunmaması

Müvekkil hakkında tutuklama nedenleri olarak belirtilen kaçma şüphesi veya delilleri karartma ihtimali somut olayda mevcut değildir.

Kaçma şüphesi yönünden: Müvekkilin kaçmasını gerektirecek herhangi bir davranışı ya da hazırlığı yoktur. Kendisi uzun süredir aynı ikametgahta oturmakta olup sabit bir ikametgâha sahiptir. Ailesi, işi ve sosyal çevresi ile güçlü bağları bulunmaktadır. Tutuklanmadan önce de soruşturma mercilerinin çağrılarına uyarak ifade vermiş, adli sürece gönüllü olarak katılmıştır. Bu hâliyle, müvekkilin kaçacağı iddiası hayatın olağan akışına aykırıdır​. Yüksek Mahkeme içtihatlarına göre de kaçma şüphesi, ancak sanığın davranışlarından çıkarılan somut olgulara dayanmak zorundadır; soyut gerekçeler veya sadece isnat edilen suçun cezasının yüksekliği gibi faktörler tek başına kaçma şüphesini haklı kılmaz​. Nitekim AİHM’in Clooth/Belçika kararında, sadece suçun ciddiyetine dayanarak tutukluluğun sürdürülmesinin meşru olabilmesi için kaçma tehlikesinin sanığın kişisel koşullarıyla desteklenmesi gerektiği belirtilmiştir​. Somut olayda müvekkilin kişisel durumuna baktığımızda, kaçma ihtimalini düşündürecek ikna edici hiçbir olgu bulunmamaktadır.

Delilleri karartma şüphesi yönünden: Müvekkilin, soruşturma kapsamında delillere etki etme veya karartma ihtimali de bulunmamaktadır. Zira dosya kapsamındaki deliller büyük ölçüde toplanmıştır. Olayla ilgili aramalar yapılmış, el konulması gereken materyallere el konulmuş, iletişim kayıtları incelenmiş ve artık karartılabilecek bir delil kalmamıştır. Müvekkilin yargılamayı etkilemek üzere tanık veya mağdurlar üzerinde baskı yapmasına imkân yoktur; böyle bir girişimde bulunduğuna dair en ufak bir emare de yoktur. CMK m.100 gereği tutuklama nedenlerinden delil karartma şüphesinin de somut davranışlara dayanması gerekir​. Müvekkil hakkında bu yönde somut bir bulgu mevcut olmadığı gibi, aksine soruşturmanın geldiği aşamada delillere etki etmesi fiilen mümkün değildir. AİHM ve Anayasa Mahkemesi kararlarında da, yargılamaya konu deliller toplanmışsa veya sanığın delillere etki imkânı kalmamışsa artık tutuklama nedenlerinin ortadan kalkacağı ifade edilmiştir​.

Sonuç olarak, müvekkilin ne kaçma ne de delilleri karartma ihtimali vardır. Bu iki olgu, tutuklamanın devamı için gereken tutuklama nedenlerinin mevcut olmadığını göstermektedir. Tutuklama kararına gerekçe yapılabilecek bu nedenler bulunmadığına göre, müvekkilin özgürlüğünün kısıtlanmasına devam edilmesi hukuken izah edilemez.

4. Tutuklama Tedbirinin Ölçülülük (Orantılılık) İlkesine Aykırılığı

Tutuklama, ceza muhakemesinde başvurulabilecek en ağır koruma tedbiridir. Kişinin en temel haklarından olan özgürlüğünü tamamen kısıtlar. Bu nedenle, ölçülülük ilkesi gereğince ancak zorunlu hallerde ve daha hafif tedbirlerin yetersiz kalacağı durumlarda uygulanmalıdır​. Diğer bir deyişle, bir amaca daha hafif bir tedbirle ulaşmak mümkünse, tutuklama yoluna başvurmak orantısız olacaktır.

Somut olayda, müvekkilin tutuklu kalması ölçülülük ilkesine aykırıdır. Zira soruşturmanın amacı olan delillerin toplanması ve yargılamanın güvenli şekilde sürdürülmesi gibi amaçlar, müvekkilin tutuksuz yargılanması halinde de sağlanabilir (örneğin adli kontrol tedbirleriyle, aşağıda değinilmiştir). Tutuklama tedbiri bu durumda, bir araç olmaktan çıkıp adeta peşin bir ceza haline dönüşmektedir. Oysa tutuklama, cezalandırma aracı olamaz; geçici bir tedbirdir ve yargılama konusu suçun nihai cezasının infazını önceden sağlama amacı taşıyamaz​.

Müvekkilin halen tutuklu kalması, orantısız bir müdahaledir. İsnat edilen suçun mahiyeti ve müvekkilin durumu göz önüne alındığında, tutuklama yerine uygulanabilecek daha hafif tedbirler varken (örneğin yurtdışına çıkış yasağı, düzenli imza verme, kefalet vb.), doğrudan en ağır tedbirin sürdürülmesi hukuka aykırı bir uygulamadır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi içtihatları da tutuklamanın en son çare olarak uygulanması gerektiğini, daha hafif tedbirlerle aynı fayda sağlanabiliyorsa tutuklamaya başvurulmamasını gerektiğini vurgulamaktadır​.Öte yandan, müvekkilin tutukluluk halinin devamı hem kendisi hem de ailesi üzerinde ağır mağduriyetlere yol açmaktadır. Müvekkil uzun süredir özgürlüğünden mahrum kalarak işinden, ailesinden uzak kalmıştır. Bu durumun devam etmesi, ileride telafisi güç sosyal ve ekonomik zararlara neden olacaktır​. Tutuklama tedbiri, amacı dışına çıkıp orantısız biçimde uygulandığında, kişi ve ailesi bakımından ağır sonuçlar doğurur ki somut olayda bu gerçekleşmektedir.

Neticede, tutuklama kararının devamı, elde edilmek istenen amaca göre ölçüsüz kalmaktadır. Amaç yargılamanın selameti ise, bu amaç tutuklama olmaksızın da temin edilebilir. İşlenen suçun önemi ile uygulanan tedbir arasında açık bir dengesizlik oluşmuştur. Bu sebeple tutukluluk tedbiri, hukukun genel prensibi olan ölçülülük (orantılılık) ilkesini ihlal eder.

5. Tutuklama Yerine Adli Kontrol Hükümlerinin Uygulanması Gerekirdi (CMK m.100 ve 109)

Türk Ceza Muhakemesi Kanunu, tutuklama yerine adli kontrol uygulanmasını teşvik eden bir sistem getirmiştir. CMK m.109 hükmü, tutuklama için öngörülen sebepler mevcut olsa bile, şüphelinin tutuklanması yerine adli kontrol altına alınabileceğini açıkça belirtmektedir​. Kanun koyucu, 2005 yılında ceza muhakemesi reformu ile adli kontrol kurumunu getirerek tutuklamayı istisnai hale getirmeyi amaçlamıştır​. Nitekim CMK m.100 gerekçesinde de vurgulandığı üzere, “Tutuklama, artık istisnaî niteliktedir ve önce düşünülmesi gerekli husus, adlî kontrolün uygulanmasının gerekip gerekmediğidir.”​. Yani öncelik her zaman adli kontrol tedbirine verilmelidir, tutuklama ise ancak adli kontrol yetersiz kalacaksa düşünülmelidir​.Müvekkilin durumunda, adli kontrol tedbirleri yeterli olabilecekken doğrudan tutuklama yoluna gidilmesi hatalıdır. Mahkeme, adli kontrol uygulamadan tutuklama kararı vererek kanunun ruhuna aykırı davranmıştır. Oysa müvekkil hakkında, yurtdışı çıkış yasağı, belirli aralıklarla kolluğa imza verme, belirli yerlere yaklaşmama veya belirlenen teminatı yatırma gibi adli kontrol hükümleri uygulanarak da yargılama amacına ulaşılabilirdi. Bu tedbirler, müvekkilin hem toplum içinde denetimini sağlayacak hem de kişi özgürlüğünü tamamen kısıtlamamış olacaktır.

Kaldı ki, CMK m.101 uyarınca tutuklama talep eden savcılık makamının ve tutuklama kararı veren hâkimin, neden adli kontrolün yetersiz kalacağını somut gerekçelerle açıklaması gerekmektedir​. Aksi halde, gerekçe göstermeksizin verilen tutuklama kararı hukuka aykırı olacaktır. AİHM de tutuklama ve devamı kararlarında yeterli gerekçe gösterilmemesini, özellikle basmakalıp (şablon) gerekçeler kullanılmasını, kişi özgürlüğü hakkının ihlâli saymaktadır​. Mansur/Türkiye davasında bu nedenle Türkiye ihlal kararı almıştır​. Somut olayda, müvekkil hakkında tutuklama tedbirinin devamında adli kontrolün neden yetersiz kalacağı hususu yeterince gerekçelendirilmemiştir. Bu da kararın gerekçelendirme yönünden sakat olduğunu ortaya koymaktadır.

Özetle, müvekkil yönünden tutuklama yerine uygulanabilecek adli kontrol hükümleri varken tutuklama tedbirinin sürdürülmesi hukuka aykırıdır. CMK 109 gereği mahkeme, tutuklama koşulları bulunsa dahi öncelikle adli kontrol uygulamasını değerlendirmeli idi​. Tutuklama en son çare olmalıdır; bu ilkeye uyulmadan verilen tutukluluğun devamı kararı, hem yasal düzenlemelere hem de hakkaniyete aykırıdır.

6. Kişi Özgürlüğünün AİHS ve Anayasa Kapsamında Korunması

Kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı, gerek Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (madde 19) gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (madde 5) ile güvence altına alınmış temel bir insan hakkıdır. Anayasa md.19 uyarınca, kanunla belirlenmiş haller ve usuller dışında kimse özgürlüğünden mahrum bırakılamaz. Ceza soruşturma ve kovuşturmalarında tutuklama ancak kanunun öngördüğü şartlar mevcutsa ve ölçülü bir şekilde uygulanabilir. AİHS md.5/1-c de, makul kuşkuya dayanan ve mahkeme önüne çıkarma amacı güden tutuklamalara cevaz vermektedir; ancak bu kural sıkı yorumlanmalıdır. Yine AİHS md.5/3’e göre, her tutuklu makul bir süre içinde yargılanma veya serbest bırakılma hakkına sahiptir. Yani tutukluluk süresinin makul olup olmadığı her aşamada denetlenmeli, gereksiz yere uzatılan tutukluluk AİHS’i ihlal eder.

Somut olayda, müvekkilin tutukluluğunun devamı ** kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını ihlal edici boyuta ulaşmıştır**. Zira yukarıda açıklandığı üzere bu tedbir, gerekli ve orantılı değildir. AİHM’in Mamedova/Rusya kararında vurgulandığı gibi, yalnızca isnat edilen suçun ağır olması gerekçesiyle tutukluluk halinin uzatılması AİHS 5/3’e aykırıdır​. Yine Idalov/Rusya kararında Mahkeme, muhtemel cezanın ağırlığının tek başına tutukluluğun sürdürülmesini haklı kılamayacağını belirtmiştir​. Bu tür uluslararası kararlar, tutuklama tedbirine ancak istisnai olarak ve güçlü gerekçelerle başvurulması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Öte yandan, Anayasa Mahkememiz de (AYM) kişi özgürlüğü konusunda önemli kararlar vermiştir. Özellikle uzun tutukluluk hallerinde yapılan bireysel başvurularda, soruşturmanın makul süratte yürütülmemesi veya tutukluluğun gereksiz uzaması durumlarında kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine hükmedilmiştir. AYM, tutuklamanın istisnai ve geçici bir tedbir olduğunu sıkça dile getirmekte; tutukluluk halinin devamının her defasında somut gerekçelerle yeniden değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır​.

Neticede, müvekkilin tutukluluğunun sürdürülmesi uluslararası sözleşme ve anayasal güvencelere aykırılık teşkil etmektedir. Kişi özgürlüğü esastır, kısıtlanması ise ancak zorunlu hallerde ve hukuka uygun usulde olabilir. Bu ilke ışığında, müvekkilin mevcut koşullarda tutuklu kalması hak ihlaline varacak niteliktedir ve derhal giderilmesi gerekmektedir.

7. Önceki İtirazın Reddedilmesi ve Koşullar Değişmeksizin Tutukluluğun Sürdürülmesi Hukuka Aykırıdır

Müvekkil hakkında daha önce verilen tutuklama kararına karşı yapılan itiraz, maalesef üst mahkemece reddedilmiş ve tutukluluk halinin devamına karar verilmiştir. Ancak bu itirazın reddedildiği tarihten bugüne dosya kapsamında müvekkil aleyhine durumunu ağırlaştıracak herhangi bir yeni delil elde edilmiş değildir. Başka bir deyişle, önceki itirazımız sırasında mevcut olan şartlar ne ise, bugün de esasen aynıdır. Müvekkil hâlâ suçsuz olduğunu beyan etmekte, deliller toplandığı için karartma imkânı bulunmamakta ve kaçma girişimi olmamıştır. Buna rağmen, önceki tarihli tutukluluğun devamı kararında önceki gerekçelerin aynen tekrar edildiği ve tutukluluğun sürdürülmesine karar verildiği anlaşılmaktadır.

Hiç değişmeyen koşullarda tutukluluğun otomatik olarak devam ettirilmesi hukuka aykırıdır. Tutuklama kararları, verildikleri andaki gerekçelerle sonsuza dek sürdürülmez; belirli aralıklarla gözden geçirilmesi ve değişen koşullar varsa dikkate alınması gerekir. Nitekim AİHM ve Anayasa Mahkemesi içtihatları, yargılamanın başında var olan tutuklama nedenlerinin daha sonraki aşamalarda devam edip etmediğinin sıkı bir şekilde değerlendirilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymuştur​. Özellikle tüm deliller toplandıktan, tanık beyanları alındıktan sonra tutukluluğun devamına gerek kalıp kalmadığı her incelemede tartışılmalıdır.

Somut olayda ise, mahkeme önceki kararlardaki gerekçeleri tekrarlayarak tutukluluğun devamına hükmetmiştir. Bu durumda, tutukluluk bir alışılmış tedbir haline gelmekte, her 30 günde bir formalite icabı gözden geçirilen ama esasında değiştirilmeyen bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa kanun koyucu, tutukluluk incelemelerinin ciddi bir şekilde yapılmasını, her seferinde “tutukluluğa devam için hâlâ geçerli bir neden var mı?” sorusunun yanıtlanmasını istemektedir. Bu yapılmadığı takdirde, tutukluluk kararı keyfi bir hal alır ki bu da kişi hürriyeti hakkının ihlalidir.

Önceki itirazımız reddedilmiş olsa bile, bu müvekkilin tutukluluğunun hukuka uygun olduğu anlamına gelmez. Üst mahkeme kararı eldeki verilere dayanarak o an için bir değerlendirme yapmıştır. Ancak aradan geçen sürede müvekkil lehine gelişen hususlar (örneğin tutukluluktaki geçen süre, delillerin toplanmış olması vb.) göz önüne alınmadan aynı kararın devam ettirilmesi yanlıştır. AYM’nin birçok bireysel başvuru kararında, tutukluluk halinin uzatılmasına ilişkin yargısal işlemlerde gerekçenin önemi vurgulanmış; şartlar değişmediği halde devam eden tutukluluğun hak ihlali oluşturacağı belirtilmiştir.

Sonuç olarak, daha önceki itirazımızdan bu yana dosyada müvekkil aleyhine yeni, somut ve tutukluluğu gerektirir bir değişiklik olmaksızın tutukluluğun devamına karar verilmesi hukuka aykırıdır. Bu husus, tutuklama tedbirinin geçiciliği ilkesiyle de çelişmektedir. Tutuklama nedenleri ortadan kalktığında veya değiştiğinde, tutukluluk tedbirine de son verilmelidir​. Aksi takdirde tutukluluk, hukuki dayanağını yitirecektir.

8. Emsal Yargı Kararları ve Yargıtay İçtihatları Müvekkilin Tahliyesini Desteklemektedir

Gerek ulusal yüksek yargı mercilerinin (Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi) gerekse uluslararası yargı organlarının (AİHM) kararlarında, tutuklama tedbirinin istisnai olması ve her somut olayda sıkı gerekçelendirilmesi gerektiği defaatle vurgulanmıştır. Bu kararlardan bazı temel ilkeler şu şekilde özetlenebilir:

  • Tutuklama tedbiri, bir ceza değil, yargılamayı güvence altına almaya yönelik geçici bir önlemdir. Tutuklama, başlı başına yargılamadaki uyuşmazlığı çözecek bir amaç haline getirilerek cezaya dönüştürülemez​. Yargıtay içtihatlarında da “tutuklama bir tedbirdir, cezaya dönüşmemelidir” ilkesi benimsenmiştir.
  • Kaçma şüphesinin değerlendirilmesi konusunda, Yargıtay’ın yerleşik kararları mevcuttur. Bu kararlara göre cezanın ağırlığı tek başına kaçma şüphesini var saydırmaz; sanığın kaçacağı yönündeki öngörü, somut olgulara dayanmalı ve sanığın kişisel durumuyla desteklenmelidir​. Örneğin, Yargıtay 5. Ceza Dairesi bir kararında “yalnızca yüksek ceza tehdidine dayanarak tutukluluğun sürdürülmesinin hukuka aykırı” olduğuna hükmetmiştir. Aynı şekilde Yargıtay Ceza Genel Kurulu da, tutuklama nedenlerinin varsayıma değil somut delillere dayanması gerektiğini çeşitli kararlarında ifade etmiştir.
  • Delil karartma ihtimali konusunda da Yargıtay kararları, soruşturma evresindeki deliller toplandıktan sonra tutukluluğun devamına gerek kalmayacağı yönündedir. Zira artık karartılacak delil yoksa, bu tutuklama nedeni de ortadan kalkmıştır. Anayasa Mahkemesi de Hamit Kaya (2013) başta olmak üzere birçok bireysel başvuru kararında, tutukluluk halinin makul süreyi aşması ve delil durumunun sanık lehine gelişmesine rağmen devam etmesini kişi hürriyeti ihlali saymıştır​.
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları, özellikle Mansur/Türkiye, Mamedova/Rusya, Clooth/Belçika, Idalov/Rusya ve benzeri davalar, tutukluluğun devamının her aşamada somut ve yeterli gerekçelere dayanmasını şart koşmuştur​. AİHM, tutuklamanın otomatiğe bağlanmış şekilde uzatılmasını ve gerekçelerin kopyala-yapıştır biçiminde olmasını eleştirmekte ve bunun AİHS m.5’e aykırı olduğunu belirlemektedir​. Bu bağlamda, AİHM kararları ulusal hukukumuza da yol gösterici olup tutukluluğun istisna olması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Yukarıda anılan emsal kararlar ve içtihatlar, müvekkilin durumunda tutukluluğun devamının hukuka uygun olmadığını teyit eder niteliktedir. Hem ulusal hem uluslararası yargı kararları, benzer şartlar altında olan kişilerin tutuksuz yargılanmalarının esas, tutukluluğun ise istisna olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla müvekkilin de bu emsal kararlar doğrultusunda tutuksuz yargılanmak üzere derhal serbest bırakılması gerekmektedir.

SONUÇ ve TALEP

Yukarıda arz ve izah edilen nedenler ışığında, [Örnek Mahkeme Adı] tarafından verilen tutukluluğun devamına ilişkin kararın kaldırılarak, müvekkilin derhal salıverilmesi talebimizi saygılarımızla arz ederiz.
Eğer mahkemeniz aksi kanaatte ise, müvekkilin tutukluluk halinin adli kontrol tedbirleriyle (ilgili CMK hükümleri uyarınca) devam ettirilmesine yönelik gerekli önlemlerin alınmasını talep ederiz.

[İmza ve Müdafi Adı]
[Tarih]

Paylaş:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir